Short Story: A Village Teacher’s Journal


Log in or register to save completed lessons.

Prerequisites for this Turkish Listening Comprehension Lesson

Have done

-mış olacak
-mış olacaktı
-mış olmak
-mış olur

About to

-acak oldu
-acak oluyor
-acak olsa
-acak olsaydı

Feelings and appearances

-acak gibi oldu
-ar gibi oldu
-ıyor gibi oldu
-mış gibi oldu



A Short Story by Sabahattin Ali

The following is a classic short story written by Sabahattin Ali in 1936. The story is about a teacher in a remote village who takes it upon himself to get the government to fix the road from the city to the village.

Since it was written a long time ago, it retains a few archaic words and spellings, as well as the rich vocabulary and variety of a well-loved Turkish storyteller, making it an interesting challenge for the advanced-level Turkish language learner.

Öykü: Bir Köy Öğretmeninin Notlarından

İstasyondan kalkıp vilayet merkezine giden kamyon, iki saat kadar sarstıktan sonra, beni gideceğim köye ayrılan yolun başında bıraktı. İki adım bile atacak halim yoktu. Çantamı yanıma koyarak, kenarlarından otlar fırlayan bir taşın üstüne oturdum. Kafamdaki uğultuyu dinlemeye başladım.

İçi tozla karışık ter kokan kamyon dünyanın bu en bozuk yolunda bizi birbirimize vura vura sersem etmişti. Birdenbire duraklamalar, bir çukura yuvarlanır gibi sarsıntılar, bana nerede olduğumu bile unutturmuş ve beni karanlık bir rüya dünyasına atmıştı. Şimdi oturduğum taşın üzerinde bu rüyadan silkinmeye çalışıyordum.

Gideceğim köyü şoför göstermişti. Burası oturduğum yerden yarım saat kadar uzakta, külrengi bir kerpiç yığını idi. Bir kenarda ince ince yükselen yine külrengi birkaç kavak, orada, ufacık da olsa, bir su bulunduğunu anlatıyordu.

Belki bir saat oturduğum yerde kaldıktan sonra yavaşça ve sallanarak doğruldum. Küçük çantamı yerden alıp yürümeye başladım. Kendim köylü olduğum ve bizim köylülerimizi iyi tanıdığım için içimde yabancı bir yere gidiyorum hissi yoktu. İlk vazifemde muvaffak olacağıma emindim.

Akşam olmaya başlamıştı. Köye yaklaşınca ortalığı büsbütün bir kızıllık kapladı. Kırmızı bir deniz gibi parlayıp kımıldayan bu bir karış boyundaki kuru bozkır otlarının üzerinde upuzun gölgem yatıyor ve gölgemin başı, ileride, aralarından yer yer çekirgeler fırlayan bu otların arasında kayboluyordu.

Köyün kenarındaki birkaç evin önüne gelince burnuma yanmakta olan tezek kokusu geldi. Gözümün önünde, saç üzerinde yufka pişirilen bir ocak ve bekleşen yalınayak çocuklar canlandı.

Sokaklarda daha evlerini bulamamış birkaç inek kuyruklarını kalçalarına çarparak yürüyor ve ara sıra böğürüyordu. Bu öyle bir böğürüştü ki, uzun uzun düşündükten sonra söylenen derin manalı bir söze benziyordu.
Gitgide daha kuvvetlenen keskin bir gübre kokusu beni daha çok buraya yaklaştırdı. Köy yaşayan, çalışan bir mahluktur ve bu koku onun ter kokusudur. Dünyada hiçbir koku beni bu kadar saramamış, kafamdan birbiri arkasına bu kadar çok hatıralar yuvarlayıp geçirmemiştir.

Kahvenin önünde birkaç ihtiyardan başka kimse kalmamıştı. Beni görünce yerlerinden kalkmadan baktılar. Yanlarına gidip oturdum; kim olduğumu anlattım. İçlerinden biri muhtarmış. Benden önceki öğretmen gideli altı ayı geçtiğini, o zamandan beri okulun kapalı durduğunu söyledi:
-Daha harmanların hepsi kaldırılmadı. Çocuklar okula falan gelmezler. Beş on gün oturup dinlenirsin!- dedi.

Çocukları toplamak, dersleri yoluna koymak pek güç olmadı. Köylüler kendi dilleriyle konuşanları anlamakta gecikmiyorlar. Şimdilik hiçbir şeyden şikayetçi değilim. Yalnız bir yol meselesi var ki, bunu kendime iş edindim ve aylardır uğraşıyorum.

İlk geldiğim gün kamyonda canımı çıkaran o yol, meğer bütün vilayetin en büyük derdiymiş. Herkes mahsulünü, yolcusunu bunun üzerinden geçirmeye mecbur. Başka yol yok ve buna da yol demek için pek bol keseden atmak lazım. İşin garibi, vilayet merkezini altmış kilometre uzaktaki demiryoluna bağlayan yol da bu!.. Herhalde daha mühim işler bunun yapılmasını bu kadar geri bırakmış. Ben, hem bizim köyden, hem de başka köylerden vilayete müracaat ettirdim; yolun yaptırılmasının ne kadar lazım olduğunu dilim döndüğü kadar anlattım. Uzun istidaları hükümet memurları pek okumazlar diye, her fikrimi ayrı bir istidaya yazarak bunları ayrı ayrı köylerden verdirdim. Böylece hepsi okunmuş olacak. Yolun yapılmasında köylünün nasıl yardımı olacağına dair de birçok fikirler ileri sürdüm.

Geçenlerde şehre gittiğim zaman maarif müdürü bana biraz tuhaf muamele etti. Kızıyor da kızdığını belli etmeyip alay etmeyi tercih ediyor gibiydi. Neden diye merak ettim. Sonra laf arasında:

-Siz okul dışındaki işlerle de uğraşacak vakit bulabiliyorsunuz galiba, talebeniz pek mi az?- dedi.

-Az değil ama, o da vazifem değil mi?- diye cevap verdim.

Alaycı gözlerini üstümde gezdirdi. Bir şey söylemedi. Sonra dışarıda, kahvede arkadaşlardan duydum. Maarif müdürü bana kızgınmış. Ben köylülere Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu (Anayasa) okumuş, anlatmıştım. Kadastro’da işi olan bir köylü bir istida vermiş, bir müddet sonra da cevap istemiş. Ne cevabı, denince:

-Basbayağı cevap vereceksiniz! Mecbursunuz! Kanun var!- diye dayatmış. Sormuşlar, araştırmışlar, kanunu benden öğrendiğini anlayınca maarif müdürüne şikayet etmişler.

Hele bu yol işiyle bu kadar uğraştığıma kızanlar pek çok. Bir alakaları olduğundan değil, iş olsun diye kızıyorlar. Benim öğretmen olduğum köyde oldukça zengin bir Rüstem Ağa var. Şehirde arabacı dükkanı işletiyor, yaylıları, kağnıları tamir ediyor.

Bunun istida veren köylere gidip benim aleyhime sözler söylediğini duydum. Pek şaşmadım. Bütün teşebbüslerden henüz bir şey çıkmadı. Ara sıra bu işin arkasını bırakacak oluyorum. (Çünkü hükümetteki, hele nafıadaki (Eskiden Nafıa (Bayındırlık) Vekaleti’nin kentteki yönetim birimi.) memurlar benimle açıktan açığa alay ediyorlar.) Fakat akşamları köyde, istasyondan dönen arabaların, kağnıların ve zavallı hayvanların halini görünce içim acıyor.

Kendi kendime: -Başladığın işi yarıda bırakma iki gözüm, sana yakışmaz!- diyorum.

Ne de uzun muameleleri varmış böyle şeylerin. Vilayet konağında bizim istidaların girip çıkmadığı oda kalmadı. Köylüler bile benim bu gayretime şaşıyorlar. Onlarda da bu işin sonu çıkacağına dair bir ümit yok.

Hala bir şey çıkmadı… Galiba bu yolu yapmayacaklar.

Köylü de bana yardım etmiyor. Pek ölü mahluklar… Belki de pek akıllı mahluklar da, boşuna yere uğraşmak istemiyorlar.

İçimde hiç şevk kalmadı. İnsana birkaç kelime ile cevap verseler yine neyse, fakat ne evet, ne hayır!… Sanki bu istidaları ses vermez bir derin kuyuya atmışız…

Akşamları köyün yanı başındaki sırta çıkarak uzakta tozlara bulanıp uzanan yolu seyrediyorum. Bazan tozdan bembeyaz olmuş ve üstüne sepetlerle denkler sarılmış bir kamyon görünüyor, bir bataklıkta dizlerini kaldırıp indirerek yürüyen bir insan gibi ileri geri sallanarak, yıkılacak gibi olarak, ağır ağır ilerliyor.

Bu o kadar üzücü bir manzara ki, tekniğin en son ifadelerinden biri olan bu makine ile dünyanın bu en iptidai yolunun mücadelesini görmemek için insan gözlerini kapıyor. Bazan koşup yolu avuçlarımla düzeltmek, orada hiç olmazsa beş on metrelik bir yeri bir -yol- haline koyarak kendi hisseme düşen vazifeyi yapmış olmak istiyorum.

Bizim iş birdenbire canlandı. Geçenlerde şehre büyüklerimizden biri gelmiş. Otomobili ne kadar rahat da olsa bu yol yine kendini hissettirmiş olacak ki, bir laf arasında valiye bundan bahsetmiş, vali de hemen atılarak: -İlk düşündüğümüz şeylerden biri de budur, hemen bu sene yaptırmak istiyoruz, projeleri hazırlanıyor. Hatta asfalt yaptırmayı bile düşünüyörüz… Acaba bu yol asfalt olsa şehrimizi sık sık şereflendirir misiniz?- demiş.

O büyük zat da:
-Gelirim tabii…- diye cevap vermiş.

Bunun üzerine asfalt meselesi aldı yürüdü. Ben meğer uykudaymışım, vali projelerden bahsediyor… Demek zannettiğim kadar bu işe lakayt değillermiş, yalnız gürültüsüz, şatafatsız bir şekilde halka hizmet etmeyi daha uygun buluyorlarmış.

Fakat bu sessizliğin aksine olarak bu sefer de iş pek yaygaraya verildi. Vilayetin, yemek listesi büyüklüğünde haftalık gazetesinin yarısını asfalt şose havadisleri dolduruyor. Köyde de itibarım artar gibi oldu. Bizim köylülerin insana muamele edişleri zaten barometre gibi.

Bence bu yolu asfalt yapmaya şimdilik hiç lüzum yoktu. Üç dört misli fazla masraf edileceğine, bu para daha lüzumlu yerlere harcanabilir ve buraya, kendimize göre bir yol, temiz bir şose yeterdi. Fakat belki başka bir düşündükleri var. Belki her şeyin son derece mükemmel olmasını istiyorlar. Bu kadar büyük işlere aklım ermez. Bir yol olsun da, paramız varsa isterse halı da döşetilsin…

Vali Ankara’ya gitmiş. Tetkikat yapan mühendisler yolun yarım milyona çıkacağını söylemişler, halbuki vilayet bütçesi 350 bin lira… Bu parayı bulmak için bankalara müracaat edilmiş, onlar da Maliye Vekaleti’nin kefaleti olmadan para vermemişler, Maliye Vekaleti de Meclis’ten izin almadan kefil olamazmış, hulasa karışık işler vesselam. Vali bütün bunları yoluna koymak için gitmiş… Adamcağız bu yol meselesini kendine iş edindi. Meclisi Umumi’den tahsisat almak için bir nutuk vermiş, vilayet gazetesinde okudum. Bir belagat numunesi. Kendisini bu yol işine dört elle sarılmaya sevk eden, o büyük zatın işareti olduğunu söylüyor ve onun yol yapıldıktan sonra daima geleceğini vaat ettiğini hatırlatıyor. Hakikaten büyüklerimiz her şeyi görüyorlar ve bir işaretleriyle uyuyanları uyandırıyorlar.

Yalnız vali bu yol için halkın da birçok müracaatları olduğundan hiç bahsetmiyor, yolun köylüye ne kadar faydası olacağını da söylemiyor. Belki bunlar herkesin bildiği şeyler de onun için. Her ne ise, bu yol işinde bir damlacık tesirim olduysa ne mutlu bana…

Yolun yapılmasına başlandı bile. Bankalardan borç alınmış, bilmem kaç senede ödenecekmiş. Borç taksitlerine karşılık olmak üzere hastane tahsisatından biraz kırpılmış ve önümüzdeki sene maarif kadrosu biraz kısılacakmış. İşin buraya varacağını hiç düşünmemiştim. Fakat daha ortada bir şey yok. Vakitsiz telaş etmeyelim. Para bulmak isteyince maariften önce akla gelecek çok şeyler var. Mesela vali çok alakadar olduğu bu yol meselesi için şimdilik vali konağı yaptırmaktan vazgeçebilir…

Yol ilerliyor, bizim köye ayrılan köşede de hararetli çalışmalar var. Silindirler gelip gidiyor ve alacalı bulacalı bir sürü köylü amele karıncalar gibi çalışıyor. Bu çalışma akşam geç vakte kadar sürüyor, sonra kenardaki çadırlara çekilip yatıyorlar. Amelenin çoğu açıkta yatıyor. Müteahhit çadır yetiştirememiş.

Şafakla beraber tekrar faaliyet başlıyor. Bizim köyden de amele yazılanlar var. Beş on kuruş kazanıp vergi borcunu ödeyecekler.

Bunlar geceleri köye dönüyorlar; ama pek bitkin bir halde. Müteahhidin başlarına diktiği memur ekmek yemek için bile on dakika zor izin veriyormuş.

Bizim köylü önceleri pek lakayttı, fakat taş döşenip asfalt işi başlayınca hepsini bir merak sardı. Kocaman kazanlarda kaynatılıp sonra yerlere dökülen bu kara şeyin üzerinde yürünebileceğini, hele kamyonların ve arabaların geçeceğini pek kabul edemiyorlar. Tarlaları bu tarafta olanlar akşamları dönerken yolun kenarındaki hendeğe çömelip sigaralarını tüttürerek silindirin ileri geri gidişine bakıyorlar ve tanıdıkları amelelerle aldıkları yevmiyeler hakkında konuşuyorlar.

Yol bitti. Birkaç gün sonra açılış töreni olacak. Köyün yanındaki tepeye çıkıp bakınca, uzakta kara bir yılan gibi parlıyor. İki tarafına ağaç da dikeceklermiş. Enfes bir şey doğrusu.

Bütün Vilayet halkının buradan nasıl akın akın geçeceğini, nasıl kolaylıkla, kayar gibi istasyona varacağını düşündükçe içimde bir şey hopluyor. Yolun sağlamlığı hakkında dedikodular var…

Müteahhit adamakıllı vurdu diyorlar. Fakat herhalde dedikodudan ibaret. Bu dehşetli güzel manzaranın karşısında insana nasıl fena düşünceler gelebilir, şaşıyorum.

Bugün ömrümün en mesut günü idi. Şehrin kenarında taklar kurulmuştu, bütün memurlar resmi elbiselerini giyip gelmişler. Hususi muhasebe müdürü bile, bej pardösüsünün üstüne silindir şapkayı oturtmuş, -1.55- boyu ile ön tarafta yer almış.

Ben de bir kat elbisemi silip ütüledim ve öyle geldim. Maarif müdürü ters ters bakıyor ama, ne derse desin, bir gün köyden ayrılmakla kıyamet kopmaz ya… Bu yol bir parça benim eserim demektir… Halk ve köylü uzaktan seyrediyorlardı, yanlarına gittim, konuştum, sevincimden herkesi kucaklayacağım geliyor. Yerime döndükten sonra aklıma geldi, köylülere, yakına gelmeleri için işaret ettim. Bu yol herkesten evvel onların demektir. Birkaç tanesi ilerleyecek oldu, jandarmalar bırakmadı, ben de sesimi çıkarmadım ama neşemin yarısı kaçtı.

Vali uzunca bir nutuk verdi, sesi pek gür olmadığı için iyi işitemedim, yalnız kulağıma: -Cumhuriyet, bayındırlık… Rehberlerimiz… Her şey halk için…- sözleri geldi. Birkaç kişi daha, kısa sözler söylediler. Kordele kesildi, önde valininki olmak üzere, bir otomobil kafilesi hızla ileri atıldı. Arkasından memurlar beş on adım yürüdüler, herkes ayağını asfalta alıştırır gibiydi. Köylüler belki acemiliklerinden, belki de bir şey söylerler diye çekindikleri için, asfalta basmaya cesaret edemeyerek yolun iki kenarındaki toprak kısımda yürüyorlar ve büyük gözlerle ortaya, üzerinde taze otomobil lastiği izleri ıslak ıslak parlayan asfalta bakıyorlardı.

Her şeye rağmen köye muzaffer bir kumandan gibi döndüm.

Yolun açılışının onuncu günü nafıanın fen memurları vilayete bir rapor vermişler. Kağnıların ve öküz arabalarının, hatta diğer arabaların da asfaltı şiddetle tahrip ettiğini bildirmişler.

Bunda yolun pek sağlam olmamasının de tesiri olacağını hiç ağızlarına almamışlar, halbuki yalnız kağnıların değil, biraz yüklüce kamyonların geçtiği yerlerde bile çukurlar kalıyor ve yer yer bozukluklar görülüyordu.

Vilayetçe telaşa düşmüşler. Daha parası ödenmeyen yolun, o büyük zat şehri bir kere bile şereflendirmeden on beş gün içinde eski haline dönmesi tehlikesi karşısında hemen toplanmışlar ve lastik tekerlekli olmayan nakil vasıtalarının asfalt yoldan geçmelerini menetmeye karar vermişler.

Köyde bu havadise kimse inanmak istemedi, fakat birkaç köylü jandarmalar tarafından durdurulup kağnılarını yoldan çıkarmaya, çamurlu tarlalardan geri dönmeye mecbur edilince, herkes işin ciddi olduğunu anladı.

Bu yasak pek ağırdı. Yol iki dağ arasındaki bir boğazdan geçtiği için, şimdi istasyona gitmek isteyenler bu dağı dolaşacaklar ve tam altı saat ziyan edeceklerdi. Bir yere toplanıp bir çare düşündüler, fakat ne jandarmalara karşı koymaya, ne de kağnılara lastik tekerlek taktırmaya, şimdilik imkan yoktu.

Altı saat daha fazla süren ve eskisinden birkaç defa daha berbat olan bir yoldan gidecekler, dağın arkasından dolaşacaklardı…

Hiçbirisi artık benimle konuşmuyor, hepsi bana düşman gözlerle bakıyordu. Bir gün akşamüstü muhtar geldi:

-Oğlum- dedi, -biz senden şikayetçi değildik ama, bu yol meselesi işi değiştirdi. Köylü başımıza gelen bu derdi senden biliyor ve söz dinlemiyor. Birkaç keredir seni dövmeye, hatta daha ileri gitmeye kalktılar, ben önüne zor geçtim… Başka köylerde de senin düşmanların çoğalıyor. Bir gün başına bir iş gelir.

İyisi mi, güzellikle buradan git. Darılma, gücenme, hakkını helal et!

– Ben de bunu düşünmüyor değildim. Köylünün bana karşı aldığı tavırdan hayırlı mana çıkaramazdım. Birkaç parça eşyamı çantama doldurdum, artanını bir bohça yaptım; bu köye geldiğim gibi yine bir akşam vakti, güneş sarı otlara uzanır ve rüzgar bunları kızıl bir deniz gibi dalgalandırırken, keskin gübre kokularını ve tezek dumanlarını arkamda bırakarak, çıktım yürüdüm.

English Translation of the Short Story: A Village Teacher’s Journal

After the truck (which had left the station and was heading to the provincial center) jolted me around for about two hours, it dropped me off at the beginning of the road that branched off to the village I was going to. I could hardly take two steps. I placed my bag next to me and sat down on a stone sprouting grass from its edges. I started to listen to the buzzing in my head.

The truck, reeking of sweat mixed with dust, had dazed us by knocking us against each other on the world’s roughest road. The sudden stops and the jolts, as if tumbling into a pothole, had made me forget where I was and thrown me into a dark dream world. Now, I was trying to shake off this bad dream while sitting on the stone.

The driver had pointed out the village I was heading to. From where I was sitting, it was about half an hour away, a gray mound of clay. On one side, a few gray poplars rising thinly were telling that there was water there, however small.

Maybe after sitting there for an hour, I slowly and shakily stood up. I picked up my small bag from the ground and started walking. Since I was from a village myself and knew our villagers well, I did not feel like I was going to a foreign place. I was confident that I would succeed in my first duty.

It was starting to get dark. As I approached the village, the surroundings were completely engulfed in redness. My long shadow lay on top of these knee-high dry steppe grasses, shimmering and swaying like a red sea, and the head of my shadow disappeared ahead, among the grasses from which crickets occasionally jumped out.

When I reached the front of a few houses on the edge of the village, the smell of burning dung hit my nose. In front of my eyes, there was a stove cooking flatbread on a sheet pan, and barefoot children lingering around.

A few cows that hadn’t found their homes yet were walking down the streets, hitting their tails against their flanks and occasionally bellowing. This bellowing was like a profound statement made after long thought.

The increasingly sharp smell of manure drew me closer here. The village is a living, working place, and this smell is its smell of sweat. No other smell has ever enveloped me so much, rolling so many memories through my head one after another.

There were a few elders in front of the coffee house, and no one else was left. When they saw me, they looked at me without getting up from their places. I went and sat next to them; I explained who I was. One of them was the village head. He told me that it had been over six months since the previous teacher left, and the school had been closed ever since:

“The harvests haven’t all been gathered yet. The children won’t come to school. Sit and rest for five or ten days!” he said.

Gathering the children and getting the lessons on track was not very difficult. The villagers do not delay in understanding those who speak their own language. For now, I have no complaints. The only issue is the road, which I have made my task and have been working on for months.

The road that nearly killed me on the truck on my first day turned out to be the biggest problem of the entire province. Everyone is forced to transport their produce and passengers over it. There’s no other road, and calling this a road is quite generous. Strangely, this road also connects the provincial center to the railway sixty kilometers away! … Presumably, more important tasks have kept its construction so far behind. I have sent petitions both from our village and other villages to the province, explaining as best as I could why it is necessary to build the road. Thinking that government officials don’t read long petitions, I wrote each of my ideas in a separate petition and had them submitted from different villages. This way, all of them would be read. I also put forward many ideas about how the villagers could help in building the road.

When I went to the city recently, the director of education treated me a bit strangely. He seemed to be annoyed but preferred mocking over showing it directly. I wondered why. Then, in the course of conversation:

“You seem to find time to engage in matters outside of school, do you not have very many students?” he said.

“Not a small number, but isn’t that also my duty [i.e. to engage in matters outside of school]?” I replied.

He scanned me with mocking eyes. He didn’t say anything. Later, outside, in the coffeehouse, I heard from friends. The director of education was angry with me. I had read and explained the Constitution (Teşkilatı Esasiye Kanunu) to the villagers. A villager with business at the cadastre had submitted a petition and later demanded a response. When he was asked, “What do you mean, ‘response’?”, he persisted:

“You will give a proper response! You have to! There’s a law!”

They asked around, investigated, and when they realized he had learned about the law from me, they complained to the director of education.

Many are angry with me for spending so much effort on this road issue, not because they have any connection to it, but just for the sake of being upset. In the village where I am a teacher, there’s a rather wealthy man named Rüstem Ağa. He runs a carriage shop in the city, repairing wagons and carts.

I heard he went to the villages that had submitted petitions and spoke against me. I wasn’t surprised. All attempts have yet to yield anything. Sometimes I think about giving up on this cause. (Because the officials in the government, especially those in the public works department (formerly the local administration unit of the Ministry of Public Works), openly mock me. But in the evenings, when I see the state of the cars, wagons, and the poor animals returning from the station in the village, my heart aches.

I tell myself: “Don’t leave the job you started halfway, it doesn’t suit you.”

What lengthy procedures these things have. There isn’t a room in the provincial hall where our petitions haven’t gone in and out. Even the villagers are surprised by my efforts. They have no hope that anything will come of it.

Still, nothing has come of it… It seems they won’t make the road.

The villagers aren’t helping me either. Such lifeless creatures… Maybe they’re actually the smart ones, not wanting to bother for no reason.

I’ve lost all enthusiasm. A few words in response would have been something, but neither yes nor no!… It’s as if we’ve thrown these petitions into a soundless deep well…

In the evenings, I climb to the ridge beside the village and watch the road stretching out and getting lost in the dust. Sometimes I see a truck, covered in white dust with baskets and loads tied on top, swaying back and forth like a person walking through a swamp, lifting and lowering their knees, slowly moving forward.

It’s such a sad sight, closing one’s eyes to not see the struggle between this latest expression of technology and the world’s most primitive road. Sometimes I want to run out and smooth the road with my hands, to make at least a five or ten-meter section of it into a road and feel like I’ve done my part.

Our project suddenly gained momentum. Recently, a person of great importance came to the city. Despite his comfortable car, the road must have made its presence felt, because he mentioned it to the governor in passing, and the governor immediately jumped on it: “It’s one of the first things we’ve thought about, we want to get it done this year, the projects are being prepared. We’re even thinking of paving it with asphalt… I wonder, if this road were asphalt, would you honor our city with your visits more often?” he said.

The important person replied:
“Of course, I would come.”

After that, the asphalt matter took off. It turns out I was asleep, while the governor was talking about projects… It seems they weren’t as indifferent to the matter as I thought, preferring to serve the people in a quiet, low key way.

But despite the silence [up to this point], this time the issue has been given a lot of noise. The province’s weekly newspaper, the size of a restaurant menu, is half filled with asphalt road news. It seems like my reputation in the village has improved. The way our villagers treat someone is like a barometer.

In my opinion, there was no need to pave this road with asphalt right now. Instead of spending three or four times more, the money could have been spent on more necessary areas, and a clear road, suitable for us, would have sufficed. But maybe they have another plan in mind. Perhaps they want everything to be perfect. I can’t grasp such big projects. As long as there is a road, it doesn’t matter to me. If we have the money, we might as well carpet it…

The governor went to Ankara. Engineers examining the road said it would cost half a million, while the provincial budget is 350,000 lira… They’ve applied to banks to find the money, but the banks won’t lend without a guarantee from the Ministry of Finance, and the Ministry can’t guarantee without permission from the Parliament, in short, it’s a complicated situation. The governor went to sort all this out… The poor man has taken this road issue to heart. He gave a speech in the General Assembly to secure funding, I read it in the provincial newspaper. A model of eloquence. He says that the hint from that important person motivated him to embrace this road project and he reminds of that person’s promise to always visit once the road is built. Indeed, our superiors see everything and awaken the sleeping with just a hint.

However, the governor doesn’t mention at all that there have been many applications from the public for this road, nor does he talk about how much it would benefit the villagers. Maybe these are things everyone knows anyway. Whatever it is, if I had even a drop of influence on this road project, I’m happy…

Work on the road has already begun. A loan was secured from banks, to be repaid over who knows how many years. In exchange for the loan installments, some funds were cut from the hospital allocations, and next year’s education budget will be reduced. I had never thought it would come to this. But nothing is set in stone yet. Let’s not act rashly. There are plenty of things to think about before education when it comes to finding money. For example, the governor could forgo building a new governor’s mansion for now, given his keen interest in this road matter…

The road is progressing, and there’s fervent work on the section allocated to our village. Rollers come and go, and a motley crew of village laborers works like ants. This work continues late into the evening, then they retire to tents set up on the side. Most of the laborers sleep outdoors. The contractor hasn’t provided enough tents.

With the break of dawn, activity resumes. There are also laborers from our village. They hope to earn a little money to pay off their taxes.

They return to the village at night, but in a very exhausted state. The overseer appointed by the contractor reportedly allows them barely ten minutes even for eating.

Initially, our villagers were indifferent, but as the stone paving and asphalt work began, curiosity got the better of them. They could hardly believe that it was possible to walk on this black substance boiled in huge cauldrons and then poured onto the ground, let alone that trucks and cars would drive over it. Those whose fields were on this side would stop by the roadside ditch on their way home in the evening, light up their cigarettes, watch the roller go back and forth, and talk about the wages they received with acquaintances among the laborers.

The road is completed. An opening ceremony will be held in a few days. Looking from the hill next to the village, it gleams in the distance like a black snake. They’re also planning to plant trees on both sides. Truly a splendid thing.

Thinking about how all the people from the province will stream down this road, how easily they will glide to the station, something leaps inside me. There are rumors about the road’s durability…

They say the contractor made a hefty profit. But that must be just gossip. I wonder how anyone could harbor ill thoughts in the face of this magnificent scenery.

Today was the happiest day of my life. Stands were set up at the edge of the city, all the officials came dressed in their formal attire. Even the director of the special accounts, with his beige overcoat and bowler hat perched atop his 1.55-meter (5 ft., 1 in.) stature, took his place at the front.

I also dusted off and ironed one of my suits and came. The director of education glares at me, but, say what he will, leaving the village for a day doesn’t bring the end of the world… This road is partly my creation… The people and the villagers were watching from afar. I went up to them, talked to them, feeling so joyful I wanted to embrace everyone. After returning to my place, it occurred to me; I gestured to the villagers to come closer. This road is theirs before anyone else’s. A few of them started to come forward, but the gendarmes (military police) didn’t let them; I didn’t say anything, but it dampened my spirits.

The governor gave a lengthy speech, his voice wasn’t very loud so I couldn’t hear well, but I caught phrases like “Republic, public works… Our guides… Everything for the people.” A few more people spoke briefly. The ribbon was cut, and a convoy of cars, led by the governor’s, sped forward. The officials walked a few steps behind; everyone seemed to be getting used to stepping on the asphalt. Perhaps out of inexperience, or maybe because they were afraid of being reprimanded, the villagers didn’t dare step on the asphalt, walking instead on the dirt on either side of the road, and looked with wide eyes at the center, where the fresh tire tracks on the wet asphalt glistened.

Despite everything, I returned to the village like a victorious commander.

On the tenth day after the road’s opening, the public works engineers submitted a report to the province. They reported that carts and ox-drawn wagons, even other vehicles, were severely damaging the asphalt.

They didn’t mention that the road’s lack of durability might have played a role, although not just the carts, but even slightly heavy trucks were leaving potholes and visible damage in places.

The provincial authorities panicked. Facing the danger of the road, which hadn’t even been paid for yet, reverting to its old state within fifteen days without even a single visit from that important personage, they convened immediately and decided to prohibit non-rubber-wheeled vehicles from using the asphalt road.

No one in the village wanted to believe this news, but after a few villagers were stopped by the gendarmes and forced to take their carts off the road and turn back through muddy fields, everyone realized the seriousness of the situation.

This prohibition was harsh. Since the road passed through a gorge between two mountains, those wishing to go to the station now had to circle around the mountain, wasting six hours. They gathered to think of a solution, but neither confronting the gendarmes nor fitting carts with rubber wheels was an option for now.

They would have to travel on an even worse road than before, circling around the back of the mountain, wasting six more hours…

No one talks to me anymore; they all look at me with hostility. One evening, the village headman came:

“My son,” he said, “we didn’t have any problem with you before, but this road matter has changed things. The villagers blame you for this trouble that has come to us and won’t listen to reason. They’ve attempted to beat you up, or even worse, several times; I’ve barely managed to stand in their way… You’re making enemies in other villages too. One day, something might happen to you.

It’s best if you leave here, gracefully. Don’t be upset, forgive us!

I had been thinking the same thing. I couldn’t interpret the villagers’ attitude towards me as anything good. I packed a few belongings into my bag, made a bundle of the rest; just as I had arrived in this village, one evening, as the sun stretched over the yellow grasses and the wind waved them like a red sea, leaving behind the sharp smell of manure and the smoke of dung fires, I set out walking.

Leave a Comment